Bu seride izledikten sonra kendimi ve hayatı sorguladığım filmler hakkında konuşacağım. Serinin ilk bölümüne hoş geldiniz! 🎥
Selam selam!
Daha önce Pinterest for knowledge sloganlı Wiser Media’da tam bu başlıkta bir kürasyon hazırlamıştım. Burada mevzuyu biraz daha derinleştirerek, ve farklı filmler ekleyerek,
Bu filmler bana nasıl dokundu, beni nasıl dönüştürdü? sorusunun cevabını paylaşacağım. İlgili filmleri kategorize edeceğim ve bunu bir seri halinde ileteceğim sizlere.
Hazırsak sernn ilk bölümüne başlayalım ☕ 🫖 🍪
Alımlama Teorisi
Fakat önce şu teoriden bahsetmeden geçemeyeceğim.
Alımlama teorisi, edebiyat ve sinema gibi anlatı sanatlarında anlamın yalnızca metinde ya da yazarın niyetinde değil, okurda ve izleyicide doğduğunu savunan harika bir bakış açısı sunar.
Yani bir eserin anlamı sabit değildir; biz onu her seferinde yeniden kuruyoruz, kendi birikimimizle, duygularımızla, zamanın ruhuyla yeniden anlamlandırıyoruz.
Hans Robert Jauss bu noktada “beklenti ufku” kavramıyla, her okurun kendi deneyimlerine göre eserle kurduğu ilişkiyi vurgular. Wolfgang Iser ise metinlerin içindeki boşlukları işaret eder; işte tam da o boşluklarda biz devreye gireriz ve anlatının ortağı oluruz. Okur ya da izleyici olarak pasif değiliz, aksine, anlatıyı her seferinde yeniden hayata geçiren biziz.
Hakikat Nedir?
Truman Show & They Live
Aslında Truman Show’u daha çocukken teyzemin tavsiyesiyle izlemiştim ama o zamanlar sadece olay örgüsüne takılmış, filmin sonunda ne olacak? merakı ağır basmıştı.
Ve bir alımlayıcı olarak dünyaya baktığım yer, yaşadığım tecrübeler ve okuyup etmelerimle 2017’de bu filmi tekrar izledim. O kadar etkilendim ki, arkadaşlarla kurduğumuz bir film kulübünde filmin hangi perspektiflerden incelenebileceğine dair bir iki makale bulup onlara göndermiştim ve üzerine uzun uzun konuşmuştuk. Sanırım serinin ilk bölümü olarak bu filmi seçmemin nedeni duygusal bağımdan kaynaklanıyor :)
Truman Show ve They Live Kısaca Ne Anlatıyor?
Dikkat! Spoiler içerir!
Truman Show
Bir adamın tüm hayatının sahnelendiği, -bunun için set kurulduğu, herkesin oyuncu olduğu ve 24 saat ekranlarda gösterildiği- bir show bu. Truman bazı ipuçlarından yola çıkarak yaşadığı evrenin bir kurgu olduğunu anlıyor ve film setini terk ediyor. O hakikati üreten yapımcı-yönetmen ise bu showdan para kazanıyor, bu nedenle Truman’a kalmasını rica ediyor. Ancak o özgürlüğünü seçiyor tabi.
They Live
Bir Sapkının İdeoloji Rehberi adlı belgeselde dikkatimi çeken bu filmi, bana farklı görme biçimleri kazandıran çok kıymetli bir hocamın tavsiyesi sayesinde izlemiştim.
Burada yine Baudrillarcı bakışla okunabilecek bir filmle karşı karşıyayız. Bu sefer eserde gözlük metafor olarak kullanılıyor ve hakikat üretiliyor, görmek ister misin? sorusu soruluyor. Filmle ilgili ayrıntılı olarak daha önce şöyle bir post paylaşmıştım aslında:
Peki Neden Bu İki Film?
Hayatta pek çok hakikat var ve her biri, kendi pratikleri ve söylemleriyle kendini yeniden üretiyor. Kendi deneyimimle özetleyecek olursam:
Ben A’nın doğru olduğu düşüncesiyle büyürken, başka bir evde bir çocuk yalnızca B’nin hakikat olduğuna inandırılarak yetişiyordu.
Zamanla fark ettim ki A, sanıldığı gibi değişmez ve mutlak bir gerçek olmayabilir. Ama bu farkındalık beni hemen B’ye ya da C’ye yönlendirmedi. Tam tersine, B’nin de, C’nin de tıpkı A gibi inşa edildiğini, bu “hakikatlerin” belirli araçlarla dolaşıma sokulup kendilerini yeniden ürettiğini gözlemlemeye başladım.
Bir noktada Truman Show’da ve They Live’de bu düşüncelerimin ete kemiğe büründüğünü fark ettim. A, B ve C söylemlerinin birer yaratıcısı vardı; bu yaratıcılar bir film seti kurmasalar da, medya gibi güçlü araçlara sahipti. Kitleleri yönlendiriyor, sonra o kitleler aracılığıyla bu düzeni tekrar tekrar kuruyorlardı.
Elbette sadece filmleri izleyerek bu sonuca varmadım. Öncesinde Platon’un mağara alegorisiyle tanışmış, Althusser’in ideolojik aygıtlarını, Baudrillard’ın simülakrlar ve simülasyon kavramlarını sindirmiştim. Kitle, ideoloji ve medya üzerine düşünmeye açık bir zihinsel arka planım vardı.
Kısaca bu kavramlar
Günlük hayatımızda gördüğümüz, izlediğimiz, hatta inandığımız pek çok şey aslında bir “kopya” olabilir. Fransız düşünür Jean Baudrillard, bu durumu simülakr ve simülasyon kavramlarıyla açıklıyor. Simülakr, gerçeği taklit eden bir şeydir. Ancak zamanla bu taklit, gerçeğin yerini alır. Örneğin, sosyal medyada “mükemmel hayatlar” paylaşan insanlar aslında bir simülasyon yaratır: Gerçek olmayan ama gerçekmiş gibi görünen bir yaşam.
Bu noktada medya devreye girer. Medya, sadece bilgi vermez; aynı zamanda neyi nasıl düşüneceğimizi de inşa eder. Medya aracılığıyla yayılan içerikler, bizi belli düşünce kalıplarına yönlendirebilir. İşte bu noktada devreye ideolojik aygıtlar girer. Fransız filozof Louis Althusser’e göre, okul, aile, din ve medya gibi yapılar, bireyleri toplumun istediği şekilde düşünmeye ve davranmaya yönlendirir. Bu aygıtlar, iktidarın fikirlerini doğal ve doğru gibi gösterir.
Peki biz kimiz bu sistemde? Baudrillard’ın dediği gibi artık bir “toplum”dan çok, yönlendirilen, pasif bir kitle haline geldik. Kitle; düşünmeyen, sadece tüketen, izleyen, yorumlamayan kalabalıklardır. Medya ne gösterirse onu izleriz, ne sunarsa onu konuşuruz.
Özetle, içinde yaşadığımız dünya artık hakikat ile imaj arasındaki farkın bulanıklaştığı bir yer. Simülasyonlar, medyanın gücü ve ideolojik yapılarla şekillenen bir hayat yaşıyoruz. Bu kavramları anlamak, hem kendimizi hem de çevremizi daha bilinçli değerlendirmemizi sağlar.
Ve işte tam da bu birikimle izlediğimde, her iki eser sadece bir film olmaktan çıkıp bende köklü bir sorgulamanın kapısını araladı. Dolayısıyla yeri bende ayrıdır.
Takeaway
Hakikat mutlak değil, bağlam içinde şekillenir.
İnandığımız birçok “gerçek”, içine doğduğumuz sosyal, kültürel ve ideolojik yapıların ürünüdür.Her anlatı, bir yaratıcıya ve amaca sahiptir.
Medya, ideoloji ve anlatılar; yalnızca bilgi vermez, aynı zamanda kurgular. Kime hizmet ettiğini sorgulamak gerekir.Filmleri birikimle izlemek onları yeniden yazmaktır.
Platon’u okumuş biri için Truman Show başka bir anlama bürünür. Her izleyici filmi yeniden inşa eder, tam da alımlama teorisinin söylediği gibi.Gerçeğin dışına çıkmak, önce kendi setimizi fark etmekle başlar.
Tıpkı Truman gibi... Herkesin kendi “çıkış kapısı” var. Ama çoğumuz onun bir kapı olduğunu fark etmiyoruz bile.
📚 Okuma ve İzleme Önerileri
Jean Baudrillard – Simülakrlar ve Simülasyon
Konuya giriş için zorlayıcı olabilir ama ilk bölümleri bile ufuk açıcıdır.Louis Althusser – İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları
Medya, okul ve din gibi yapıları nasıl yorumladığını bu metinde açıklar.Guy Debord – Gösteri Toplumu
Günümüz medya dünyasını eleştiren temel bir metindir.“Black Mirror” (Dizi)
Teknoloji, medya ve toplum ilişkisini sorgulayan çarpıcı bölümler içerir. Özellikle Nosedive ve Fifteen Million Merits bölümleri çok uygun.
BONUS
Bu makaleyi beğendiyseniz, şunu da beğenebilirsiniz:
Sosyal Medya Bir Hapishane Olabilir mi?
Son zamanlarda İngilizce içeriklerde sosyal medyayı bırakan insanların hikâyelerini mutlaka görmüşsünüzdür. “Sosyal medyayı neden bıraktım, bırakınca hayatım nasıl değişti” gibi başlıklarla karşılaşmış olabilirsiniz.
Size Bir Soru
Yorumlarda buluşulsun..
Serinin bir sonraki bölümünü sizlerle yaplaşmayı iple çekiyorum. Meraklı kalın!
Dinleme Köşesi
Bu metni yazarken dinlediğim birkaç parça:
Michael Nyman – The Heart Asks Pleasure First
Philip Glass – Truman Sleeps
Max Richter – On the Nature of Daylight
Hayatta böyle tesadüfleri gerçekten seviyorum ve romantize etmeye de bayılıyorum. Dün gece yatmadan hemen önce eşimle The Truman Show’u izledik, sabah Substack’i açtığımda bu yazıyla karşılaştım!
Eşimle çocukluğumuzda ayrı ayrı izleyip sevdiğimiz filmleri, şimdi birlikte başka bir farkındalıkla tekrar izleyip üzerine uzun uzun sohbet ettiğimiz küçük bir rutinimiz var.
Ve dün gece Truman gecemizdi :)
O kadar taze bir izlenimin ardından bu yazıya denk gelmek çok hoş bir his yarattı. Sanki geceki sohbetimizin devamı gibi…
Yazınız hem çok keyifli hem de dolu doluydu, teşekkür etmek istedim...
Ellerinize sağlık 🙏 Dün gece oturup Nosedive’ı tekrar izlemiştik, eşzamanlılık bu olsa gerek ☺️ Truman Show’un yazarı Andrew Niccol’ün birkaç iyi filmi daha var, genetik mükemmelliğe dayanan distopik bir bilim kurgu olarak Gattaca ve savaş ticareti üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olan Lord of War en iyileri. Bunlarla katkı yapmış olayım.